Octavio Paz “Şiir ve Modernite” başlıklı yazısında; büyük devrimlerin ve modern tarihin kurucularının 18.yüzyıl düşünce akımlarından ilham aldıklarını, 18.yüzyılın ütopik ve toplumsal reform projeleri açısından zengin bir yüzyıl olduğunu yazmaktadır. Paz, “modern çağın yüce gönüllü rüyalarını ve yapılan her şeyi ütopyalara borçlu olduğumuz da kesindir” demektedir.1
Octavio Paz’ın 18. yüzyıl için yaptığı belirlemenin bir benzerini Cumhuriyet Türkiye’si açısından Cumhuriyetin kuruluş yılları ve kuruluşu izleyen 10-15 yıllık dönem için yapmamız çok abartılı olmayacaktır. Dahası bile söylenebilir. Gerçekten de Cumhuriyetin ilk yılları bir ütopyalar ve toplumsal reform projeleri dönemidir. Bugün sahip olduğumuz birçok şeyi Cumhuriyet döneminin kazanımlarına borçluyuz. Paz’ın, 18. yüzyıl düşünce akımlarına karşı duyduğu minnet ve borçluluk hissinin daha fazlasını biz Cumhuriyet yıllarına ve başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyet kadrolarına karşı duyuyoruz, duymalıyız. Ancak gelinen noktada geriye dönüp baktığımızda, Cumhuriyet dönemi reformlarının ciddi bir erozyona uğratıldığını ve “sahip olamadıklarımız”ın belki bugün elimizde kalandan daha fazlasını oluşturduğunu görmekteyiz.
Sahiplenmek için tanımak gerek.
1920’lerde Anadolu’nun sosyo-ekonomik durumu okunduğunda, Osmanlı Saray çevresinin sıradan insanlara yaptığı kötülüğü daha iyi anlamak olasıdır. Onun içindirki, ulusal egemenliği ve bireyin gücünü öne çıkaran Cumhuriyet’in kendisi başlı başınabir anıt kurumdur.
Dünyanın yedi harikasından biri olan Mısır Piramitlerinin, o günkü koşullarda nasıl inşa edildiğine hayret edenler, bir de Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl inşa edildiğine baksınlar. Bu inanılmaz bir öyküdür.
Kurtuluş Savaşı’ndan Cumhuriyeti oluşturan kurumlara kadar hepsi, büyük bir toplumsal dayanışma ve mücadele ile gerçekleştirilebilmiştir.
Yoksulun, ezilenin tek şansı, elele vermektir. Türkiye Cumhuriyeti, bunun sonuç verebileceğini, tüm mazlum uluslar için, kanıtlamıştır. Yoksullar ve ezilenler için bir umut ışığı olmuştur. Bunun için düşmanı çoktur.
Cumhuriyetin Anıt Kurumları, bizim onurumuzdur. Padişahlıktan Cumhuriyete; karanlıktan aydınlığa; yabancı-köleliğinden bağımsızlığa geçişin öyküsü, bu kurumların tarihlerinde saklı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yalnızca askeri bir mücadele olarak göstermeye çalışanlar, Türkiye’nin akıl almaz başarısını da gözlerden saklamaya çalışıyorlar. Kimdir bunlar?
Cumhuriyetin bir çok anıt kurumu, ulusal kurtuluş savaşını tamamlamak ve Atatürk Devrimlerinin sürdürülebilirliğini sağlamak üzere kurulmuştur. Ama 60 yıllık süreçte, bunların birer birer kapatıldığına tanık oluyoruz. Kapatılan bu kurumların yeri boş kalmıştır. Bu kara delikler, o kadar büyüktürki, Türkiye’nin çağdaşlaşma mücadelesini ağır yaralamıştır. Kimdir bunu yapanlar?
Padişahlık-halifelik özlemi içinde olanlar, Türkiye’yi 1920 öncesi geriliğine mahkum etmek; özgüvenden ve onurdan yoksun bir köle-kuklaya çevirmek isteyenler var. Sevr Antlaşması’ndan daha beterini başımıza sarmak isteyenler var. İşte onlar, Cumhuriyetin Anıt Kurumlarını yıkanlar; çağdaşlaşmanın önüne kara-tuzaklar kuranlar.
Bize düşen yitirdiklerimizi tüm boyutları ile tanımak ve geri kazanmanın mücadelesini vermek. Çocuk Esirgeme Kurumu bunlardan biri …
60 yıldır Cumhuriyet’in çağdaşlaşma araçlarından çoğunu yitirdik. Bize düşen, ulusal kurtuluş savaşında toplumun, derin yoksulluğuna karşın büyük özveri ile verdiği desteğe olan borcumuzu ödemek. Bu bir vefa borcu.
Bayrakları düştükleri yerlerden kaldırıp, yarışı sürdürmek gerek. Çocuk Esirgeme Kurumu, bir çok 12 Eylül 1980 uygulamasında olduğu gibi en temel hukuk kurallarına aykırı olarak kapatılmıştır. Mal varlığı, SHÇEK’e aktarılmıştır. Bunu ne Çocuk Esirgeme Kurumu’nu kuranlar, ne de tüm o malları bağışlayanlar kabul edebilir.
Bir sivil toplum örgütü olan Çocuk Esirgeme Kurumu’nu tüm mal varlığı ile geriye istiyoruz. Çocuk hakları alanında çalışan sivil toplum örgütleri ile birlikte Çocuk Esirgeme Kurumu’nun genel kurulunu oluşturmak ve oniu çocuğa yönelik sosyal politikaların itici gücü yopmak için istiyoruz.
Bize destek verin.
Çocuk Esirgeme Kurumu üzerine yaptığı titiz çalışmayla bize bu konuda yoğunlaşma ve öneri geliştirme olanağı veren Sayın Hakan Acar’ı hem kutluyor; hem de ona teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Bir Amblemden Bu Kadar Korkulur mu?!
Vakfımız yeni bir dizi kitabın yayınına başladı. Cumhuriyetin Anıt Kurumları dizisinde, Cumhuriyeti Kuranların düşlerini yeniden yaşayacaksınız. Ve ne yazıkki, bu kurumların nasıl tarih sayfalarına gömüldüklerine tanık olacaksınız.
Çocuk Esirgeme Kurumu bunlardan biri… Araştırmacı Hakan Acar, bize 1921’de kuruluşundan, 1981’de Milli Güvenlik Konseyi’nin 51 numaralı tebliği ile sivil toplum örgütü niteliğini yitirmesine kadar “çocuk refah politikası”na vurduğu damgayı anlatıyor. O tarihten sonra da, Türkiye’de bir çocuk refah politikası zaten olmadı.
Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan hala korkuluyor. Hala onun attığı dev adımların çapını yakalayacak adımlar atılmadı.
Toplum, kendi örgütü olarak gördüğü, yönetimine katıldığı, hizmetlerini yakından tanıdığı bu örgüte sahip çıktı. Kurum, çok kısa bir zamanda, inanılması güç bir mal varlığına ulaştı. Bununla denk sayılabilecek büyük hizmetler verdi. Hala toplum, SHÇEK’in yaptığı çalışmalar, o eski zamanlardaki sivil toplum örgütü tarafından yapılıyor sanıyor. Ama ne yazıkki, bugün aradan geçen 25 yıldan sonra, hala o çapa erişilemedi; kısır ve toplumdan kopuk bir yol tutturuldu.
Ama 1981’de bu yolu çizenler, bunun böyle olacağını biliyorlardı. Bu yolun bir çıkmaz olduğunu biliyorlardı ve toplumun oynadıkları oyunu farkedeceğinden korkuyorlardı.
O kadar ki, Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu’nu devletleştirirken, yasaya özel madde koydular.
24 Mayıs 1983 tarihinde kabul edilen 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Yasası’nın 33. Maddesi, “Kurum, temel amaç ve görevlerine uygun olarak varlığı sona eren Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumunun sembolü de dikkate alınarak sembolize edilir”, Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumunun sembolü hiçbir Kurum ve kuruluş tarafından kullanılamaz ve iktibas edilemez” demektedir. (Hakan Acar, 2005 s.78)
Bu sembol, konusuna dokunmak istiyoruz. Neden böyle bir maddeye gerek duyulmuştur.
12 Eylul Yönetiminin, Cumhuriyetin Anıt Kurumları arasında yer alan Türk Dil Kurumu (TDK), Türk Tarihi Kurumu (TTK) ve Halkevlerine karşı ortaya koyduğu hukuk dışı tavrın aynısını Çocuk Esirgeme Kurumu (ÇEK) da yaşamıştır. TDK, TTK ve ÇEK birer sivil toplum kuruluşuydu; devletten bağımsızdı. Atatürk’ün T.İş Bankası ‘ndaki hisse gelirleri, TDK ve TTK’nın devletten parasal yardım beklememesi için yetiyordu. Aynı şekilde, 1921 yılından beri yurt içindeki ve yurt dışındaki Türklerin ÇEK’nun yaşaması ve gelişmesi için yaptıkları bağışlar ve yapılan yatırımlar, devlet bütçesinden aldığı simgesel küçük yardımlar kesildiğinde de ÇEK’in o dev yapısını sürdürmesine olanak vermişti. Onun için Cumhuriyetin Anıt Kurumları olarak andığımız bu kurumlar, halkın gönlüne taht kurmuş ve onun tarafından yüceltilmişti. Hele Çocuk Esirgeme Kurumu… Okumuş okumamış; çocuğu olan olmayan; yüreğinde biraz vicdan olan herkesin sahiplendiği ve yücelttiği bir kurumdu.
Özelleştirme söyleminin şampiyonu 12 Eylul Yönetimi, hem bu kurumları devletleştirdi ve hem de tüm mal varlıklarını devlet hazinesine kattı. Ne hakla?! Hakkın ve hukukun yeniden yazıldığı bir dönem yaşandı; hala bu haklar, hak sahibi olan topluma verilmedi. Ama şimdi de Avrupa demokrasisinin şampiyonları iktidarda. Nedense, bu yönde hiç bir şey yapmıyorlar.
12 Eylül Yönetimi hem Çocuk Esirgeme Kurumu’nu devletleştirdi; hem onu karaladı. Yetersiz ve yolsuzluk batağında göstermeye çalıştı. Ama yeni oluşturduğu devlet kurumunun, onun amblemini anımsatmasını istedi. Ay 45 derece ters döndürüldü ve bir dairenin içine hapsedildi. Bugün bile toplum “Sosyal Hizmetler” ekini söylemiyor; doğrudan Çocuk Esirgeme Kurumu diyor. Gençler, onun Kurtuluş Savaşı’nın en acılı günlerinde yoktan varedilen Kurum olduğunu sanıyor.
12 Eylül Yönetimi, bu sanrıyı desteklemek için akıl almaz bir yönteme başvurdu. Kapatılan Çocuk Esirgeme Kurumu’nun ambleminin bir daha görülmemek üzere tarih sayfalarına gömülmesini emretti. Yasaya göre, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun amblemini kimse kullanamaz ve “iktibas” edemez. Aradan 25 yıl geçti, bu amblemi anımsayan var mı? Ne yazıkki biz de size anımsatamayacağız, çünkü yasak.
Bu ne korku?! Bu ne yanıltmaca?!
Hakan Acar’a bu korku ve yanıltmacaya ışık tuttuğu ve bizlere “çocuk refah politikasının” o canlı ve şanlı sayfalarını gün ışığına çıkardığı için teşekkür ediyoruz. Sizleri, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Yayınları arasında yer alan “Cumhuriyetin Çocuk Refah Politikasını Yapılandıran Bir Sivil Toplum Örgütü : Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu (1921-1981)” kitabını okumaya çağırıyoruz.
Cumhuriyetin Anıt Kurumları ile kişi buluşması, Cumhuriyet tarihinde bir çok kez gerçekleşmiştir. Değişmeyen gerçek, bu buluşmanın, o anıt kurumun tarihinde bir adacık olarak kalmasıdır. Ancak bu buluşmanın ürettiği zenginlikler, elde edilen deneyimler, daha sonra başka başka buluşmalarla yeni yeni kurumlara aktarılmıştır.
Bu kitapta inceleyeceğiniz buluşma da, bu kuralı bozmadı. Zenginliklerini, ülkede sosyal hekimliğin yaygınlaşması, geniş bir savunucu topluluğu oluşması ve saygın kurumların ortaya çıkması ile paylaştı.
Ben bu kısa önsözümde, kitapta kurgusu gereği değinilmemiş, bu zenginliğin toplumla paylaşılması sürecine değinmek istiyorum.
Hıfzıssıhha Okulu, Cumhuriyet’in her anıt kurumu gibi, bu zenginleştirici etkisinin bedelini 12 Eylül ile birlikte ödedi. 1982 yılında kapatıldı, kütüphanesi-araştırma raporları, SEKA’ya kağıt hamuru yapılmak üzere gönderildi. Yine de büyük bir şans eseri, bazı proje çalışmalarının dokümanlarına Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü Kütüphanesi’nde rastlanmaktadır. Sözgelimi, Türkiye’nin ilk beyin göçü araştırması bunlardan biridir. (2003 yılında yeniden “Hıfzıssıhha Mektebi” adıyla açılmıştır).
Neden Hıfzıssıhha Okulu hedef seçildi? Tıpkı Cumhuriyet’in diğer anıt kurumları gibi o da, Cumhuriyet karşıtlarının, çalışmaları bilimsel temelden uzaklaştırmak isteyenlerin ve sağlığı “herkes”in değil, bir avuç zenginin erişebileceği hale getirmek isteyenlerin hedef tahtasıydı. Bu okulu, bir kötü tohum olarak gören siyasetçiler 1960’larda da vardı; ama toplum-karşıtı düşüncelerini uygulama olanağı bulamamışlardı. 12 Eylül 1980 ile başlayan dönem, onlara, Cumhuriyet’in bir çok anıt kurumuna yaptıklarını, Hıfzıssıhha Okulu’na da yapma olanağı verdi.
Ama sosyal mücadele durmuyor; bayrak elden ele geçiyor.
Nusret H.Fişek, Hıfzıssıhha Okulu Müdürlüğü’nden ayrıldığı 1963 yılından sonra, iki yıl daha Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Müsteşarlığı görevini sürdürmüş; iki kez görevinden uzaklaştırılmış; Danıştay Kararı ile geri dönmüştür. Bu dönemde, sağlıkta sosyalleştirme hızla ülke yüzeyinde yayılmayı sürdürmüş; 1965 yılında zorlu mücadelelerden sonra Nüfus Planlaması Kanunu kabul edilmişti. N.H.F., son geri dönüşünde, o zamanın Bakanı Faruk Sükan ile çalışma olanağı bulamayacağı kararına vararak, görevinden istifa etmiştir.
Nusret H.Fişek, yaşamıyla misyonunu bütünleştirmiş; yaygın bir deyişle, kendisini misyonuna adamış bir insandı. Dolayısıyla Hıfzıssıhha Okulu Müdürlüğü’nden ayrılmış olması ya da Müsteşarlıktan istifa etmiş olması, ona göre misyonunun sona ermesi anlamına gelmiyordu. Nitekim, 1966 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde Profesör olarak göreve başladıktan sonra da, elde ettiği deneyimleri, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nda geçirdiği yıllarda, temellerini attığı düşünce-eylemleri, bu kez üniversitede sürdürme uğraşına girdi. Toplum Hekimliği Enstitüsü’nü kurarak “sağlıkta sosyalleştirme”nin, Nüfus Etüdleri Enstitüsü Müdürlüğü’nü üstlenerek “nüfus planlaması” mücadelesinin kuramsal-uygulamalı çalışmalarını sürdürdü. Başladığı işi izleyici karakterini burada da göstermişti.
Ama çoğunlukla, parlayan kurumlar, bazı çıkar çevrelerini çok rahatsız eder. Nüfus Etüdleri Enstitüsü Müdürlüğü’nden uzaklaştırılması; Toplum Hekimliği Enstitüsü adının 12 Eylül 1980’den sonra Halk Sağlığı Anabilim Dalı’na dönüştürülmesi anlamlıdır. 1983 yılında, Hacettepe Üniversitesi’nden emekli olana kadar verdiği mücadele, Hıfzıssıhha Okulu’nda başlattığı eylemin devamıydı.
Nusret H.Fişek, üniversiteden emekli olduktan sonra bu kez, Türk Tabipleri Birliği başkanı olarak, farklı bir şapkayla (sivil toplum önderi), sosyal hekimlik mücadelesine yön vermeyi sürdürdü. İnsan hakları mücadelesiyle tıp etiğini ve sosyal hekimliği bütünleştirmesi, sağlık alanında yeni bir zenginlikti.
Uğur Mumcu’nun deyişiyle “kalpaksız kuvayı milliyeci”, İlhan Tekeli’nin deyişiyle “aydınlık” ve Prof.Dr.Kazım Türker’in deyişiyle, konusunun “fizik bilgini Faraday’ı” olarak anılması onu hala anımsamamızın başlıca nedenlerindendir.
Bugün halk sağlığı uzmanları arasında da dillendirilen ve onun vasiyeti sayılabilecek olan Halk Sağlığı Akademisi (ya da Fakültesi), onun misyonunu izlediğini söyleyen bizlerin de önünde bir hedef olarak durmaktadır. Sağlık Bakanlığı uygulamalarının bilimsel temelini oluşturması gereken bir kurum gereklidir. Keyfi yönetimin, bilim-dışı uygulamaların panzehiri olması düşlenen böylesi bir anıt kurumun, bugün olmayışı, ulusal sağlık politikamızın da oluşturulmamış olmasının nedenidir.
Bugün, küreselleşme rüzgarı, sağlık alanını da derinden sarsıyor. İnsan sağlığını büyük bir gelir kapısı olarak görenler, yalnızca yurttaşların sağlığını değil, toplumsal düzeninin temelini de sarsıyor. Ulusal bir proje çevresinde kenetlenen, insan haklarına saygılı ve sağlıklı bir toplum olmaktan çıkarılmak isteniyoruz. Özelleştirme rüzgarı, sosyal olan herşeyi alıp götürüyor. Bu erozyona karşı durabilmenin araçları, Cumhuriyet’in anıt kurumları ve bilimin kılavuzluğudur. Onun için, 1958-1963 yılları arasındaki, coşku adacığını, yeniden canlandırmak ve “herkes”in sahip çıkmasını sağlamak zorundayız.
Hıfzıssıhha Okulu ve Nusret H.Fişek üzerine yaptığı titiz çalışmayla bize bu konuda yoğunlaşma ve öneri geliştirme olanağı veren Sayın Ali Eren’i hem kutluyor; hem de ona teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, siyasal alanda cumhuriyet, ekonomik alanda kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) ile sürdüren Türkiye’nin kurucu kuşağı, bu yapıyı destekleyecek ve sürdürülebilirliğini sağlayacak bir kuşağa gereksinme duyuyordu.
Bunun için eğitim, hele de teknik eğitim, en çok üzerinde durulan konuydu. Üniversite reformu, köy enstitüleri, halkevleri ve KİT’lerin çırak okulları, başvurulan araçların başlıcalarıydı.
Ekonomik kalkınmanın motoru olan KİT’lerin, nitelikli insangücü gereksinmesine, kalıcı çözüm üretildi: KİT’lerin Çırak Okulları. Hem üretimin bu kadar yakınında olacaksın, hem de üretime katılmayacaksın. Bu çok zor bir durumdu. KİT’lerin Çırak Okulları, bu zoru başarmıştır; yarının emekçilerini, küçük yaşlarda eğitimden koparmamış ve yıpratıcı çalışma ilişkileri ile yüzyüze bırakmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kuşağının, Türkiye’nin geleceğine duyduğu saygının ve sorumluluğunun göstergesidir bu.
KİT’lerin Çırak Okullarında, çırak herşeyden önce bir çocuktu. Acıkan bir çocuk. Evlerinden geldiklerinde kahvaltı verilirdi; ya açsa diye. Çırak, oyuna zaman ayırması gereken bir çocuktu. Her gün onlara oyun oynayacak zaman bırakılırdı. Çırak, öğrenmesi gereken bir küçük insandı. Başlarından öğretmenleri, her gün ders yaparlardı. Atölyeye de öğretmenleri ile inerler; ama üretime katılmazlardı. En üstün meziyetlerini toplumla paylaşmak üzere yetiştirilirlerdi. Bu ilkelerin dillendirildiği 1924 Cenevere Çocuk Hakları Beyannamesi, Cemiyeti Akvam’ca henüz yeni kabul edilmişti. Genç Cumhuriyetin önderlerinin bu insancıl yaklaşımı yakalamış olmaları ne kadar övülse az.
Öte yandan, yoksul, kalkınmaya çalışan bir toplumun gereksinme duyduğu ara-insan gücü yetiştirmek için ortaya atılmış bir model, KIT’lerin çırak okulları.
KİT’lerin Çırak Okulları olgusuyla, Köy Enstitüleri olgusunu hem yeraldıkları zaman dilimi ve hem de misyonlarıyla koşut olarak ele almak doğru olacaktır. Bir yanda Köy Enstitüleri, toplum sorunlarına duyarlı ve iyi donanımlı öğretmenlerle, kırsal kalkınmaya destek vermeyi hedeflemiştir. Öte yandan KİT’lerin Çırak Okulları, ekonominin can damarını oluşturan KİT’leri sahiplenecek ve mesleklerini üstün beceriyle gerçekleştirecek ara-teknik eleman gereksinmesini karşılayarak, ağır sanayi hamlesine destek vermeyi hedeflemiştir.
Ama 2.Dünya Savaşı ve izleyen yıllarda, Türkiye’nin yeri ve duruşu değişmiştir. Sanayileşme kösteklenmeye başlamıştır. Bunun için de ilk hedef olarak, KİT’lerin geleceğinin karartılması seçilmiştir. Çırak Okulları’nın bir açılıp bir kapanması bunun göstergesidir.
1980 sonrası, KİT düşmanlığı, özelleştirme yaygarası ile çok daha belirgin olarak ortaya çıkmıştır. Daha KİT’ler kapatılmadan, KİT’lerin çırak okulları 1986 yılında tümüyle kapatılmıştır. 3308 sayılı yasanın KİT’ler ile özel sektör arasında ayırım gözetmesi dikkat çekicidir. Bazı büyük özel şirketlerin içerisinde çıraklık sınıflarının açılmış olduğu düşünülürse, KİT’lerde bu uygulamanın sürdürülmemiş olmasının iyi niyetli bir davranış olmadığı açığa çıkar.
Türkiye, yitirdiklerinin farkında olmak zorundadır. Bugün karşı karşıya kaldığımız yoksunluklar ve başarısızlıklar, bilinçli politikaların sonucudur. Bilinçli ve sistemli bir biçimde Cumhuriyete gönül verenlerin, kanat gerenlerin “düş”leri yokedilmiştir. Türkiye, tıpkı inanılmaz koşullarda ulusal kurtuluş savaşını başarıya götürdüğü gibi; barışta Cumhuriyet modelini de, kendine özgü kurumlarla koruyup yüceltebilirdi. Bizi yoksun bırakan, dışa bağımlı kılan ve onursuzluğa mahkum edenleri tanıyalım.
Çalışan çocukların, erken yaşlarda ve sağlıksız-güvensiz çalışma koşullarında, meslek edinebilmek için verdikleri uğraşları gördükçe; onları çalışma ortamına iten sosyal koşullara ve yine onları bu olumsuz koşullarda çalıştıran işverenlerine isyan ediyoruz. Çalışan çocukların, ancak çok küçük bir bölümü Çıraklık (şimdiki adıyla Mesleki) Eğitim Merkezlerine devam edebiliyor. 5 gün işyerlerindeki sağlıksız-güvensiz çalışma ortamlarında, bir gün okulda çalışmalarını sürdürüyor; haftada ortalama 54 saat çalışıyor; yıllık ücretli izin haklarını hemen hemen hiç kullanamıyor. KİT’lerin çırak okullarında ise tam tersi. Çocuğa çocuk olarak bakılıyor ve saygı gösteriliyordu.
Cumhuriyeti kuranların bir çıraklık-ustalık düzenini hayal etmediklerini, çocuğu sömürerek elde edilecek bir zenginliği (onca yoksulluğun ortasında) istemediklerini, bu kitapta görüyoruz. Onların Cumhuriyet adına layık, çağdaş uygarlık düzeyine ülkeyi taşıyacak özelliklerle donatılmış nitelikli insangücü yetiştirilmesine ne denli önem verdiklerini görüyoruz. Bunları gördükçe, geçmişimize, bize Cumhuriyeti armağan edenlere saygımız bir kat daha artıyor.
KİT’lerin Çırak Okulları çalışması ve Vakfımızın anıt kurumlar üzerine yaptığı diğer çalışmalar, bize, bir yandan, Cumhuriyet’in anıt kurumlarını yerle bir edenleri tanıtmakta; öte yandan da, sosyal politikalar çizilirken, geçmiş deneyimlerden onur duymamızı ve yararlanmamızı sağlamaktadır.
Taner Akpınar’a, bize yoğun ve titiz bir çalışmayla, ekonomik ve sosyal tarihimizin bu değerli kesitini bizlere sunduğu için teşekkür ediyoruz.
Yazar, bir konuya daha dikkatimizi çekiyor. Bu okullar yalnızca kapatılmakla kalmamıştır; unutturulmaya da çalışılmıştır. KİT’lerin çırak okullarına ilişkin tüm belgeler ve arşiv, 12 Eylül 1980 sonrası SEKA’ya kağıt hamuru yapılmaya gönderilmiştir. SEKA Çırak Okulu’nun arşivi de öyle. Neden? Neden korkulmuştur?
Bu korkunun ve örtbas etme çabasının nedeni, taa 1940’lı yıllardan başlayarak, bu okullara karşı, toplumsal bir suç işlenmiş olmasıdır. Yokedilmeye çalışılan bu izlerdir. Bir tarih yokedilmek isteniyor. Yokedilmek istenen, aslında Cumhuriyet’in kurucu kuşağının yoklukların ortasında yarattığı toplumsal çözümlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde sosyal tarih mahkemeleri kurulmalıdır. Ve bu mahkemelerde, Cumhuriyet’e karşı işlenen bu acımasız suçlar ve suçluları mutlaka yargılamalıdır.
Bu çalışma okuyucuyu Türkiye sınırları içerisinde yaşayan insanlara, insanca yaşama olanağı sunmak isteyen, Cumhuriyet’in kurucularının o büyük düşlerinin bir başka boyutu ile tanıştırmaktadır.
Ulusal Kurtuluş Dönemi (1919-1923) ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının en önemli özellği, halkın özverisinin ve katılımının en yüksek düzeyde olmasıdır.
Yapılmak istenenler topluma iyi anlatılmış ve tam desteği alınmıştır. Ülkenin dönüştürülmesi için sivil topluma yakın hükümet dışı güce büyük önem verilmiştir. İşte Cumhuriyet’in anıt kurumları diye nitelendirdiğimiz bu dönemde ve tanımladığımız koşullarda doğmuşlardır.
Ulusal kurtuluş önderlerinin yalnızca muzaffer birer komutan değil, aynı zamanda toplumun refaha kavuşması ve bunun kalıcı kılınması için önderlik ettikleri gerçeğini, Zonguldak Amele Birliği olgusunda da görüyoruz. Bu değerlendirmemize temel olan iki muzaffer komutan ve iki toplum önderi Simon Bolivar ve Mustafa Kemal’dir. İspanyol işgalcileri ülkesinden kovarak Büyük Kolombiya’yı kuran Simon Bolivar, 18 Şubat 1819’da ilk kez “sosyal güvenlik (seguritate)” sözcüğünün halkı için ne denli önemli olduğunu dile getirirken; bu ülkede istikrarın ve sürdürülebilirliğin temel koşuluğunun bu olduğu vurgulanmıştır. Bundan yüzyıl sonra, uzak bir coğrafyada, Türkiye’de aynı yaklaşımın bu kez “teavün” sözcüğüyle benimsenmesi dikkat çekicidir ve bu, ulusal kurtuluşun temel simgesinin “insan” olduğunun da en açık kanıtıdır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı sürdüren Türkiye, bir yandan da sosyal politika mücadelesini sürdürüyordu. Zonguldak halkının, kömür madenlerindeki çıkarlarını korumak için kenti işgal eden Fransız kuvvetlerine karşı direnişi, TBMM’nin de bu kahraman ve fedakar insanlar için ivedilikle bir şeyler yapması gerektiğini herkese kabul ettirdi. Bu, madenleri yabancılara peşkeş çeken ve yalnızca gelirlerini İstanbul’a getirtmekle ilgilenen, işçileri hiç düşünmeyen padişaha da iyi bir ders olacaktı. Ve Türkiye’nin ilk sosyal politika adımı, halkın sesine uyarak Zonguldak-Ereğli Havzası’nda “ilk sınırlı iş yasası”, “ilk sosyal sigorta” ve “sosyal güvenlikte Türkiye modeline yönelik bir düş” olarak 1921 yılında ortaya çıktı. (…)
Cumhuriyet’in Anıt Kurumları Dizisinin 4. kitabı olan Cumhuriyetin Bir Anıt Kurumu Zonguldak-Ereğli Kömür Havzası Amele Birliği’nde Bir Dönem (1921-1946), Şenay Gökbayrak tarafından 2008 yılında hazırlanmıştır.
‘Cumhuriyet’in koruyucuları” ile “yıkıcıları” arasındaki, ileri-geri mücadelesi bugün de sürmektedir. Bu kitabın,
Kitaplar, vakıf merkezimizden temin edilebilir.
Kitaplarımızın her biri, vakfımıza 10 TL’şer bağışta bulunanlara ücretsiz verilmektedir. (Kargo bedeli alıcıya aittir.) Ayrıntılı bilgi için tıklayınız