Erdem İlgi Akter
Çocuk emeği sorununun, yoksulluk ve azgelişmişlik sorunlarının içinde yer aldığı ve bu soruların uzantısı olarak milyonlarca çocuğun yaşamını tehdit ettiği, üzerinde anlaşmaya varılan bir gerçektir. Bununla birlikte, bilinmelidir ki, bu konu, nedensel ilişkiler ağı içerisinde incelenemeyecek kadar karmaşık bir örgüye sahiptir; ve aynı zamanda, yoksulluğu ve azgelişmişliği üreten ve yeniden üreten bir özelliğe sahiptir. Bu karşılıklı ilişkinin ortaya çıkış noktası çok basit bir gerçekten doğmaktadır. Her bir minik bireyin yaşam karşısında aldığı pozisyon, kendisinin ve ailesinin içinde bulunduğu, her türlü mikro ve makro ölçeği içinde barındıran, sosyo-ekonomik, siyasal, kültürel ve ideolojik ilişkiler ağı içerisinde şekillenmektedir. Bu şekillenme, yarının yetişkinlerinin temelinin atıldığı noktadır. Dolayısıyla, gelişimleri boyunca temel hak ve özgürlüklerinden yoksun olarak yaşamak zorunda kalan, bu süre içerisinde eğitim ve kişisel gelişim olanaklarından yoksun kalan, ve daha küçük yaşlarda yaşamın tek gerçeğini ekonomik dürtülerle biçimlenmiş bir acımasızlık çemberi olarak bilen çocuklar, yetişkinliklerinde bu biçimlenmenin bir devamı olacaklardır. Yani, geleceğin sosyo-ekonomik yaşamını belirleyen temeller, bu şekillenmeler doğrultusunda atılıp, ondan sonraki kuşaklara taşınacaktır. Ulusal ve uluslararası düzeyde bakıldığında ise, tüm bu olumsuzluklar, ulusların sosyo-ekonomik ve insani gelişim göstergelerinde hep alt sıralarda yer almalarına yol açacaktır. Dolayısıyla, çocuk emeği ve yoksulluk sorunları, nedensellik örgüsünden çok, yapısallık kısırdöngüsü içerisinde, ve her türlü ulusal ve uluslararası ilişkiler ağı içerisinde yeniden üretilmeye mahkum kalmıştır.
Bu kısırdöngünün uluslararası ayağının temelinde, ülkelerin bağımlılıkları ve bağımlı kılınmaları yatmaktadır. Ülke düzeyinde ekonomik, siyasal ve sosyal yapıların iç dinamikleri içerisinde üretilen değer ve ürünler, dış bağımlılıkların da bu üretime katılımıyla birlikte daha da şiddetli yaşanmakta ve içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir. Türkiye gibi, nüfusun % 60’ından fazlasının yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir ülke için, bu uluslararası bağımlılıklar kaçınılmaz hale gelmektedir ve getirilmektedir de… Örneğin, azgelişmişlik çemberindeki üçüncü dünya ülkeleri, yoksulluklarını ve yoksulluk eksenli sonuçları önleyip sona erdirebilmek için, Dünya Bankası başta olmak üzere, projeler ekseninde para dağıtan “gelişmiş” kurum ve kuruluşlara bağlıdır. Gelin görün ki, söz konusu paraları dağıtan donörler, bu “yardım”ları, borçlanma temelinde dağıtmaktadır. Bunun sonucunda ortaya çıkan durumda, azgelişmiş ülkeler yoksulluklarını ortadan kaldırmak için giriştikleri çabalarla daha da yoksullaşmakta, bu yoksulluğu gidermek için para dağıtan donörler ise bu ülkelerin yoksullukları üzerinden para kazanmaktadırlar. Son kertede, tüm bu makro ağ, dönüp dolaşıp bireyin elini kolunu bağlamaktadır.
Böylesi bir kısırdöngü içerisinden çıkabilmenin yollarını ararken, bu kısırdöngünün bileşenlerine bakmak gerekir. Modern toplumu belirleyen kategoriler ekseninde düşündüğümüzde, bu bileşenler sosyal, ekonomik ve siyasal alan olmak üzere incelenebilir. Birey üzerinden üretilen tüm bu çarpık ilişkiler ağından çıkış yolları, bireyin bu üçgen içinde aldığı pozisyonun incelenmesiyle anlaşılabilir. Dolayısıyla, bu kısırdöngünün yükünü üzerine alan bireyin, bu bileşenler içerisindeki konumunu belirlemek büyük önem taşımaktadır. Bu yazı, bu bileşenleri, yani toplumun ekonomik, siyasal ve sosyal yapılarını metodolojik olarak incelemeyi ve sivil toplumun bu kısırdöngüyü kırmakta en fazla potansiyele sahip olan alan olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır.
Sivil toplum kavramının tarihi gelişimine bakacak olursak, klasik dönem ve ortaçağ düşünürleri tarafından bu kavrama atfedilen rol iki türlüdür: ya doğa durumunun (state of nature) ya da Tanrısal bir egemenlik alanının -yani Tanrının şehrinin (city of God)- zıttı olarak. Genelde, birey ve devlet arasında kalan “alan” olarak tanımlanan sivil toplum kavramı, Aristo başta gelmek üzere, klasik felsefeciler tarafından siyasi alana bağlı bir siyasi katılım ve sosyalleşme aracı olarak görülmekte, üzerine atfedilen “vatandaş olma” karakteri ile, birey ve aile temelli “barbar”lıkların aşıldığı nokta olarak benimsenmektedir. Bu barbarlıklar karşısında sivil toplum “kanun”un işlediği ve insanların yasalar önünde eşit ve adalet içinde yaşadığının göstergesidir. Diğer taraftan ortaçağda dinle kurulan ilişkiler göz önüne alındığında, sivil toplumun analizi bu dönem felsefecilerince (örneğin, St. Augustine) kilisenin ve Tanrısal alanının zıttı olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla, ekonomik yapılar dahil edilmeden tanımlanan böylesi bir sivil toplum kavramı, bu dönemler içinde zıtlık ilişkisi üzerinden kurulmuştur. Yani, modern siyaset bilimi kuramlarına gelene kadar, sivil toplum, onun zıttında yüceltilen değerler karşısında, “devlet” kavramıyla özdeşleştirilmiştir. Ancak, konumuz modern toplumun doğasının ürettiği bir çemberi kırmak olunca, sivil toplum kavramını, ekonomik alanı da katarak incelemek ve onun ekonomik ilişkiler karşısında aldığı konumu göstermek büyük önem taşımaktadır.
Hegel’e göre, temel ayırım aile ve devlet yapısı arasındadır, ve bunun tam ortasında sivil toplum yer almaktadır; ve konumu devletle yan yanadır. Bu noktada, toplumsal bileşenleri ekonomik, politik ve sivil toplum olarak üçe bölüp incelediğimizde, Hegel’e göre sivil toplumun önemi, hem ekonomik toplumdan bağımsız hem de onunla gelişen bir konumda yer almasıdır. Diğer bir değişle, sivil toplumun gelişimi ekonomik gelişmeye bağlıdır. Bu gelişim sonucunda, aile bağlarının kopması sonucu, bireyler “özel” ilişkiler kurmaya başlamış, bu ekonomik dönüşüm sonucunda, sivil toplum bireylerin “öznel özgürlük”lerini aldıkları yer olarak ortaya çıkmıştır. Yani, sivil toplumun çıkış noktası modern market ve onun uzantısı olan legal sistem içerisindeki özgür bireydir. Bu özgür birey, aile dışındaki örgütlenmelerde kendi varlığını kurar. Hegel’de devlete atfedilen kutsanmış rol göz önüne alındığında ise, devlet bu öznel çıkarları düzenleyici rolündedir. Yani, devlet, öznel bireylerin kurduğu örgütlerin örgütleyicisi ve düzenleyicisidir.
Klasik Marksist teoride ise, Hegel’den farklı olarak, toplum, politik ve ekonomik alan olarak ikiye ayrılmıştır. Sivil toplum ise, altyapısal özelliklerin atfedildiği ekonomik alanla bir ve özdeştir. Bilindiği gibi, bu altyapı, politik yapının, yani devletin belirleyicisidir. Bu noktada, sivil toplum, var olan düzeni hem sürdürücü hem de dönüştürücü öneme sahiptir; çünkü bu yapı homojen olmamakla birlikte, farklı ekonomik ilişkileri içine almaktadır. Yani Markist teoride, sivil toplumun yarattığı kısırdöngüyü kırabilecek tek nokta yine sivil toplumun kendisidir.
Hegel’e göre, sivil toplumun konumu her ne kadar devletten daha düşük bir öneme sahip olsa da, ve her ne kadar Marx onu var olan kısırdöngünü üreticisi olarak görüp bireylerin bunun içinde şekillendiğini savunsa da, onu diğer yapılardan ayıran çok önemli bir fark vardır. Bu fark ise, bireysel istençlerin bulunduğu tek kategorinin sivil toplum kavramı olduğudur. Sonuçta, bu bileşenler bireylerden bağımsız bir karaktere sahipse de, en önemli etkileri bireyler, yani bizler, üzerinde yaşanmaktadır. Yani, birey üzerinden her an yeniden üretilen bu kısırdöngüler, medyadan, gündelik politikaya, iş ilişkilerinden, aile ilişkilerine, dolayısıyla yaşamın her alanına hakim durumdadır. Ancak, bireyi diğerlerinden ayırabilecek en önemli özellik, öznel inisiyatife sahip olmasıdır. Ki bu inisiyatif, aynı kaygıları taşıyan diğer bireylerinkiyle birleştiğinde, tek potansiyel güç olarak ortaya çıkar.
Yoksulluk yapısaldır, ve dolayısıyla çocuk emeği de… Ancak yapısallığın metodolojik incelemesi göstermektedir ki, bireysel inisiyatiflerin evrensel ve kapsayıcı yönde dönüştürülmeleri, bu döngüyü kırabilecek tek yoldur. Çünkü, toplumsal-ekonomik-politik alan yapısal üçgeninde, tek görece özgür karaktere sahip olan alan sivil toplumdur. Bu noktada, bu dönüştürmeyi sağlayacak olan sivil toplum kuruluşlarının, kendi önemlerinin bilincinde ve evrensel değerlerle hareket etmeleri büyük önem taşımaktadır. Hele de bu döngünün küreselleştiği günümüzde, böylesi bir sivil toplumun küreselleşebilmesi ve küreselleştirilmesi, bugünün ve yarının bireyleri için en başta gelen görevlerden biri olmalıdır.