Çocuk Hakları ve Yoksulluk(*)

Yoksulluk bugünlerde çok kullanılan bir sözcük, ama yoksulluk her zaman varmış. Özellikle de iş bölümü başladıktan sonra, insanlar yerleşik toplumlara geçtikten sonra, adaletsizlik oldukça, yoksulluk da belirmeye başlamış. Yoksullar niye var, diye sorarsanız, zenginler olsun diye var. İngiltere’de zamanında yine yoksullar varmış, hırsızlık, yaparlarmış, dilencilik yaparlarmış. Onlar için Yoksullar Yasası adıyla yasalar çıkarılmış. Büyük sanayi devrimini izleyen yıllarda, ünlü sosyal bilimci Simon Sismondi acı içinde haykırıyor “Kuşaklar, kesintiye uğruyor”. Küçücük çocukları harap edecek derecede kötü koşullarda üretim yapılmış. Yoksulluk diz boyuymuş. Herkes bulabildiği üç kuruş için çalışmaya çaba gösteriyormuş. Ve o İngiltere’de, köylerden kentlere doğru akın akın insanlar gelmiş. Onun için de, genellikle böyle güdük, iyi gelişmemiş çocuklar ortaya çıkmaya başlamış ve doğaldır ki, bu olgu, toplumu çok derinden yaralamış.

Çocuk haklarını diğer haklar arasında ayrıcalıklı bir konuma yükselten iki önemli özelliği vardır:

  1. İvediliği : Geçirilen her yıl, çocuğun yaş almasına ve çocukluktan çıkmasına yol açar. Yıllar sonra yaşama geçirilen bir çocuk hakkı, o çocuk için, geç kalmış bir eylemdir.

  2. Sindirilmesi: Küçük yaştan insan haklarını yaşamaya başlayan çocuk, yaşadıkça onların tadına varır ve sahiplenir.

Gelecek çocukların … Dünyanın yarın nasıl olacağını merak ediyorsak, bugün çocukların yaşadıklarına ve edindikleri izlenimlere bakmamız gerek. Onların haklarına ne ölçüde saygı gösterildiğini; onların haklarını ne ölçüde tattıklarına bakmamız gerek.

“Üzüm üzüme baka baka kararır”. Çocuklarımızın geleceğini karartmayalım.

Bugün, küreselleşmeden söz ediyorsak, bunun kökenini düşünmemiz gerek. Küreselleşmenin, o sanayi devriminden beri çalıştırılan çocuklar ve bugün hala, gelişmekte olan ve gelişememiş ülkelerdeki çocuk emeği üzerine kurulduğunu düşünmek zorundayız. O halde yoksulluk, çocuk emeği ve küreselleşme aslında birbirlerini tamamlayan olgular.

Bütün bunlara karşın, çocuklar toplumda hep ilgi konusu olmuş, üzülmüş insanlar hep; “çocuklarımız iyi olsun da, biz kötü olalım” demişler ama, bakalım görelim, neler yapmışlar çocuklar için.

İlk düzenlemeyi, sosyal politika tarihi içerisinde, 1779’da Zürih Kantonu’nda görüyoruz. Önce çocukların zorunlu öğrenimlerini tamamlarını istemişler ama, dokuz ile on üç yaş arasındakilerin de ana-baba veya komşuların, yanında bir otorite gözetiminde, çalıştırılmasını öngörmüşler. Bu emirname pek yaşama geçememiş; öteki İsviçre Kantonlarına hiç yansımamış. Demekki çocuklara bu hakları bile çok görmüşler o dönemde. Aynı Zürih Kantonu’nca, 1815’de çıkarılan yeni emirnamede en uzun çalışma süresi günde on iki ila on dört saat olarak belirlenmiş. Bütün çocuklar için, en düşük çalışma yaşı 10 olarak saptanmıştır. Fakat, bu dönemde çıkarılmış en etkili ve iz bırakan yasa, İngiltere’de ortaya çıkıyor; çıraklar için bazı belirlemeler yapıp, önlemlerini ortaya koydukları “Çırakların Bedeni ve Manevi Sağlıkları Hakkında”1802 Yasası. Bakalım bu yasa ne hükümler getiriyormuş? Bu yasa, o dönemde yaşama-çalışma koşullarını ele veren çok önemli bir belge. Satır aralarını da okuyalım.

YASANIN GETİRDİĞİ

SATIR ARASI

Günlük çalışma süresi 12 saate indirilmiş,

Demekki, çocuklar, günde 12 saatten çok daha fazla çalıştırılıyorlarmış.

Çocukların gece çalışması yasaklanmış,

Demekki, çocuklar gece de çalışıyormuş.

Çıraklar geceli gündüzlü işveren yanında kalmaktaysalar; kız ve erkek çıraklar içi ayrı ayrı yatakhaneler kurulması yükümlülüğü getirilmiş,

Demekki, kız – erkek hepsi bir arada yatıyorlarmış.

Çocukların okuma yazma öğrenmek için okula gitmeleri öngörülmüş,

Demekki, çocuklar okuma yazma bile öğrenmeden yaşıyorlarmış.

İşverenin, çocuklara yılda bir kat giysi vermesi koşulu getirilmiş,

Demekki, çocuklar, köyden getirdikleri yıpranmış giysileri ile çalışıyorlarmış.

Ama, iyi niyetin yaşama yansıması da bazı koşullara bağlı. Bu dönemde iyi niyetli işverenler de varmış. Ama önlemler, ya hep birlikte alınacak, ya hep birlikte vahşi kapitalizm sürdürülecek. Çünkü, önlemlerin yüklediği maliyetler dolayısıyla, rekabet eşitsizliği ortaya çıkıyor. Kimsenin çocuk haklarına, işçi haklarına saygılı olanı güç durumda bırakmak, işini batırmak gibi bir özgürlüğü olamaz.

1802 tarihli yasanın tamamlayıcısı olarak. 1810’da bir yasa daha çıkmış. Buna göre; çalışma yaşı dokuz olarak belirlenmiş; geceleri on iki yaşından küçük çocukların çalıştırılması yasaklanmış; cumartesi günleri de dokuz saatlik çalışma var. Bunlar büyük bir atılım sayılıyor, en ilginç yanı, 1833’de, köklü bir dönüşüm yapılmış; devletten maaş alan müfettişler işyerlerine gelmeye başlamış. Demek ki o tarihe kadar, yasalar çıkartılıyormuş ama bunu denetleyenler, dini otoritelermiş ya da bir takım gönüllü insanlarmış. Bu noktada yavaş yavaş dini otoriteden kurtulmayı da görüyoruz. O yıllarda İngiltere’de de tekstil sektörüne yönelik, pamuklu dokuma üzerine alınan önlemler var. Burada 1833’de diğer sektörlere yayma kararı da almış, çocuk çalıştırmaya yönelik.

Bu gelişme içerisinde dikkat ettiğimiz bir şey daha var. 1890 yılına kadar ülkeler sosyal politika alanındaki kararlarını tek tek almışlar. Fakat bu kararları aldıkları zaman, şöyle bir sıkıntıları olmuş. Sözgelimi, tekstil üretiminde çocuk çalıştırılmayacak, diye karar alınmış; fakat çalıştırıyorlar. Bu bir rekabet eşitsizliği doğuruyor; biri ucuza mal ediyor, öteki edemiyor, aynı piyasaya çıkıyorlar, böylece hoş olmayan bir durum beliriyor. Sonunda, bir uluslararası kamuoyu oluşturmaya çalışılmış, Avrupa ölçeğinde; ve “aynı standartları benimseyelim” düşüncesine varılmış. 1890 Berlin Kongresi, bunu amaçlayan bir kongre.

Berlin’de on yedi devlet bir araya gelmiş, Rusya dışında. Bu aslında belki de ilk uluslararası sosyal politika gfirişimi. Dört tane temel hedef saptamışlar:

      1. Çocukları işe almada en düşük yaş

      2. Çocukların çalışma süresinin sınırlanması

      3. İş sağlığı güvenliği

      4. Sosyal güvenlik.

Bu dört temel konuda bir hedef belirlerken, belli ki, sosyal politika güden ülkelerin bu standartlarda uyuşması istenmiş. Şimdi aynı politikayı Türkiye için düşünelim, bakalım; işe girişte çocuk yaşı, çocukların çalışma süreleri, iş sağlığı güvenliği ve sosyal güvenlik konusunda, Türkiye’ye geçer not verir misiniz?. Berlin Kongresi kararları ile günümüz arasında tam 114 yıl var.

Ve devam ediyoruz, 1924 Cenevre Beyannamesi; Cemiyeti Akvam bünyesinde bir “Çocuk Hakları Bildirgesi” çıkarmışlar. Kendi çağına göre çok ileride, çok temel talepler içerir. Bunu Türkiye de imzalamış 1924’de. Deniyor ki bu bildirgede; “Çocuk bedensel, ruhsal, sosyal yönden farklıdır.” -Bu ‘sosyal yön’ kısmı, asıl 1948’de girecektir tarih sahnesine. – Deniyor ki, “Çocuk bedensel ve ruhsal yönden, doğal bir biçimde serpilmesine elverişli ortamlar içinde bulundurulmalıdır… Acıkan çocuk, beslenmelidir… Hasta çocuk, iyileştirilmelidir… Düşünce yönüyle geri kalan çocuk -belli ki zihinsel özürlüler kastediliyor- desteklenmelidir… Yoldan çıkmış çocuk, doğru yola getirilmelidir… Çocuk koruma altına alınmalı, yardım görmelidir…” Ne kadar net ifadeler. Bu bildirgenin Türkçe’ye çevirisi Atatürk’e aittir, imzayı da o atmış zaten.

“Zor zamanlarında çocuk ilk önce yardım görmelidir” deniyor. Çuvaldızı önce kendimize batıralım. Kocaeli’nde ne oldu bizim çocuklarımız? Kayboldular; suçluları hala arıyoruz. “Çocuk, yaşamını kazanabilecek bir duruma getirilmelidir” deniyor; yani burada meslek eğitimini anlatmaya çalışıyor. Ve hemen ekliyor; “Ama sakın, bunu yaparken kötüye kullanmayın, çocuğu sömürmeyin.” Bence en ‘çarpıcı’ cümlesi de şudur, bildiri şöyle bitiyor; “Çocuk, özel bir değer verilerek… en üstün hünerlerini kardeşlerinin hizmetine de sunulması gerekeceği duyguları ile geliştirilmelidir”. Bu, ne kadar sosyal dayanışmacı, ne kadar paylaşımcı bir söylem.

1924 tarihli Çocuk Hakları Bildirgesi, bu kadardır; ama bence, ‘insan hakları çağı’nın kapısını açmıştır. İnsan hakları belgeleri, biliyorsunuz, 1948’lere doğru ancak, çıkmaya başlar. Aslında, geçmiş yüzyıla bakarsak, önce yurttaşlık hakları ve ‘hak’ kavramı ortaya çıkarmıştır. 1880’lerde, sosyal güvenlik sistemleri ‘muhtaçlık’ temeline göre kuruluyordu; yani, muhtaç ise, yoksul ise, millet acıyor, yardım ediyordu. Ama 1880’lerden sonra ve özellikle çağımızda, hak kavramı yavaş yavaş belirmiştir. Muhtaç olduğu için değil, hakkı olduğu için hizmet vermek… O size yalvardığı için değil, bir yurttaş olarak buna hakkı olduğu için; sistem bunu gerektirdiği için. İster yoksul olsun, ister çok zengin olsun, bu onun hakkıdır.

Bu konuyu daha da açıklığa kavuşturmak için, biraz da ‘insan’ olgusu ve ‘insanın değeri’ üzerine konuşmak istiyorum. Hep şöyle deriz: “Ülkemizde insana hiç değer verilmiyor, insanın değeri yok.” Niye böyle bir şey söyleriz. Yani, nasıl olsa idi, insana değer veriliyor olacaktı? Bunu birlikte cevaplayalım… (Konuşma, dinleyicilerin katkılarıyla sürer.)

Sosyal güvencesi varsa… Yeterli gelir düzeyinde ise… Primli ya da primsiz sağlık hizmetine erişimi güvence altına alınmışsa … Eğitimde eşitlik sağlanmışsa… -Eğitim konusu şu nedenle de önemlidir: Birey, dünyayı anlayabilmeli, kavrayabilmeli; eğitimle iş ve gelir konularını birbiriyle bağlamalı; haklarını bilmeli ve talep edebilmeli; yani eğitimin birçok fonksiyonu var, hani sırf okumuş olmak için okumayacak. Eğitimi, ona yol gösterecek.- Düşüncesini özgürce söyleyecek. Yasal haklarını koruyabilecek. Demek ki,eğitim hak arama süreçlerini de kapsamalı. Bütün bunların toplamına, “insana verilen değerin bileşik göstergesi” diyoruz. Demin saydıklarımıza, ‘çalışma hakkı’nı, işsizliğin önlenmesini de eklemek lazım. İşi olmak, sadece gelir getirmesi amacıyla değil, ama toplumsal statüsünü yükseltmek, kendini geliştirmek, toplumda bir yer kazanmak için de çok önemlidir.

Ama bütün bunların var olduğu bir sistemin güvencesi bakımından, hala bir şey eksik. Nedir bu? Demokrasidir. Sözgelimi, bir diktatör gelse, dese ki, “ben sana bütün bu güvenceleri ve hakları vereceğim.” Verebilir de… Ama, ertesi gün ters tarafından kalkıp, hepsini geri de alabilir. Bunun için demokrasiye gereksinmemiz var. Bu, kapalı bir model değildir, burada bir çıkış kapısı var. Bu çıkış kapısı, acaba nelerle oluşur? Sözgelimi, örgütlenme özgürlüğü olursa ancak, yeni kapılar açılır ve bu haklar sağlamlaştırılabilir. Özellikle önemli olan da, bütün bunların birbirleriyle bağlantılı olabilmesidir. Yani, sağlığımız yerinde olmazsa, ister gelir düzeyimiz insanca olsun, isterse çalışma hakkı versinler, yararı yoktur. Yahut, sosyal güvenceniz yoksa, gelecekten korkarsanız, “tamam, çalışma hakkım olsun, örgütlenme özgürlüğü için mücadele edeyim, ama yarın çocuğum ne olacak, ben ne olacağım” diye tedirgin iseniz, yine yararı yok. Bir ölçüde hepsini garantilediğimiz zaman ancak, diğer basamakları çıkmaya başlarız, biraz daha insan olmaya başlarız. Ama, hak arama ve örgütlenme özgürlüğümüz yoksa, birileri çıkıp sistemimizi aleyhimize doğru kullanır, yeni haklar üretmememize imkan bırakmaz.

Yoksulluk dendiğinde, bize dayatılmaya çalışılan bir tanım var. Sadece ‘gelir endeksli’ bir tanımla karşı karşıyayız. “Geliri şu kadar doların altında ise, yoksul sayılır.” Hayır, böyle değil. Yoksulluğun üç ana ölçütü vardır; Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş üç ölçüt. ‘Gelire erişmek’, ‘eğitime erişmek’ ve ‘sağlığa erişmek’. Eğer bu konuda yoksunlukları varsa, o zaman ona ‘yoksul’ diyoruz. Lütfen, bundan sonra hep bu gözle bakmaya çalışalım. Biraz sonra sayısız çocuk hakları sayacağız, ama hepsinin özünde bu vardır. Biz şimdi bunun eksiğini yaşıyoruz. Bunun eksiğini yaşamamızın nedeni ise, şu ‘küreselleşme’, -kimilerinin globalizasyon dediği-.

20.yüzyılda ayrıntılandıran bir başka önemli konu var: İnsanın hakları. Yalnızca doğmuş olmaktan ötürü, doğal olarak elde ettiği haklar… Onun için 20.yüzyıl insan hakları çağı olarak da anılıyor. Ama 20.yüzyılın son çeyreği aynı zamanda küreselleşmenin de yükselmesine tanık oluyor. Küreselleşme, insan özürlü… Küreselleşme insan haklarının karşıtı… Küreselleşme yoksulluğu derinleştiriyor ve yaygınlaştırıyor. Derinleşen ve yaygınlaşan yoksulluk önce çocukları etkiliyor.

Çocuklar için daha iyi gelir düzeyi, daha iyi eğitim düzeyi, daha iyi sağlık düzeyi istiyoruz. Bununla da yetinmiyoruz, haklarını istiyoruz.

Gelelim Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca 1989’da kabul edilen Çocuk Hakları Sözleşmesi, Türkiye tarafından da 27.01.1995 tarihinde onaylanmış (RG. 27.01.1995 / 22184). Aslında bizim mevzuatımızla da uyuyor bu; biz de on sekiz yaşın altını çocuk olarak görüyoruz. Sözleşmeye göre; “Çocuklara renk, ırk, cinsiyet, nesep (ana-babasının kim olduğu), siyasal, sosyal, mülkiyet, sakatlık, v.s. nedenlerle -veya başka bazı düşüncelerle- ayrım uygulanamaz.” Bir örnek vereyim; çıraklara bir anket yapıp, “Ustalar ya da patronlar, en çok hangi çırağı sever?” diye sorsak. Siz de düşünün; usta hangi çocuğu çok sever?.. İyi çalışan çocuğu… İyi algılayan çocuğu… Yaramazlık yapmayan çocuğu… Bakın, bunlar hep ayrımcılık nedenleridir. Dolayısıyla, sözleşmenin bu hükmü, çok temel bir yarar sağlıyor çocuklara.

Her çocuğun, hayatta kalma ve gelişimini içeren, yaşama hakkı vardır. Hayatta kalmak hakkı herhalde insan için en önemli şey; ve aynı zamanda, gelişmek, nüfusa yazılmak, adam sayılmak, yurttaş sayılmak, anasını babasını bilmek; bunlar hep, hak. Demin söz ettiğim 1802 Yasasını hatırlayın; demek ki yurttaş sayılmayan, anasını babasını dahi bilemeyen çocuklar var. Hatta, yaşını bilmeyen çocuklar var hala; erken veya geç yazdırmışlar nüfusa. Ölmüş olan ablasının nüfus kağıdıyla yaşayan bir çocuk tanıdım ben. Bir başka örnek : 1940’larda, Sivas’ta bir dağ köyünde bir baba, dört tane çocuğunun nüfus kağıdını almak için, Sivas nüfus memurluğuna gitmiş. Memur adama acımış, “sana fazladan bir tane daha nüfus kağıdı vereyim, beş çocuğu olana devlet yol parası verecek, cebin biraz para görür,” demiş. Adam bu beşinci nüfus kağıdını da alıp dönmüş; fakat bir türlü beşinci çocuk gelmemiş, aradan yedi yıl geçmiş çocuğun doğması için. Ve bu yüzden, çocuk yedi yaş büyük yazılmış, nüfusa. Demek ki dünyada böyle şeyler oluyor.

Yeri gelmişken ekleyeyim; çocuğun, büyüme sürecinde ana babasından ayrılmaması esastır. Ama bunun da bazı istisnaları var. Birincisi, ailenin parçalanması halinde çocuk, ana babasından birisini yeğlemek zorundadır. İkincisi, ana babasından birisi veya her ikisi tarafından ihmal veya istismara uğruyorsa, ana babasından ayrılabilmesi gerekir. Çocukların yurt dışına kaçırılması diye bir olgu var; bununla da gerekli mücadelenin yapılması lazım. Çocuğun, kendisini ilgilendiren her konuda görüşlerini dile getirme hakkı vardır. Bunu bir ön koşulu da, görüşlerini oluşturma yeteneğinin ona sağlanmış olmasıdır. Düşüncesini özgürce açıklama hakkına sahiptir çocuk. Yazılı, sözlü, basılı, sanatsal biçimde. Ama, bunun bazı kısıtlamalarını olduğunu da, sözleşme bize bildiriyor. Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkı vardır çocuğun. Ama, ana babanın ya da yasa koruyucusunun bunu yönlendirme hakkı da kabul ediliyor. Ancak, bu hak kısıtlamasına karşı, bu işlemlere katılıp görüşünü bildirme olanağı da var tabii. Özel yaşantısına karışılamaz, onur ve itibarına haksız saldırılamaz, ve bunlara karşı yasal koruma isteme hakkı var. Tabii ki, uluslararası belgelerde de bazı ayrıksı durumlar (istisnalar) olabiliyor. Bunlara baktığımda, “demek ki pazarlık sırasında burada takılınmış” diye düşünüyorum. Çünkü tüm bu haklar, pazarlıklar sonunda çıkıyor ortaya. “Şu kısıtlamayı koymazsak, öteki maddelere imza atmazlar” şeklinde, bazen münasebetsiz sınırlamalar da koyulabiliyor. Sözgelimi, onur ve itibarına haklı saldırılara izin var, haksız saldırılarda buna karşı yasal koruma var. Özetlersek; demek ki çocuğun özel yaşantısına aslında karışmamalıyız. Sosyal, ruhsal, ahlaki esenliğiyle, bedensel ve zihinsel sağlığını geliştirme hakkı var çocuğun. Zararlı bilgi, belge ve kitap üretim ve yayımında, zararlı olanlara karşı korunması da gerekiyor. Türkiye bu noktada çekincelidir, burada tereddütleri vardır.

Çocuğun yetiştirilmesi ve gelişiminin sağlanması sorumluluğu var, demiştik. Bir alta geçelim ve bu sorumluluğu açalım. Anne babanın birlikte sorumluluğu olması, önceliktir. Durum gerektiriyorsa, sorumluluk yasal koruyucuya geçer. Sorumlu olanlar, gerektiğinde bu sorumlulukların yerine getirilmesine yardımcı olan kuruluşların, eylem ve hizmetlerinin gelişmesini de sağlayacak. Burada bir kayıt daha koymuşlar, çalışan ana baba için korumadan yararlanmaları, özellikle belirtilmiş; çocukların yetiştirilmesi ve geliştirilmesi, devletçe gerekli önlemlerin alınması koşuluna bağlanmıştır. Bu, devletin kreş açma ve çocuk bakım evleri kurma yükümlülüğüdür. Çünkü ana-babanın da kendi kimliklerini geliştirme ve çalışma hakları var; bunun ilk koşulu, gerektiğinde çocuklarını bir yere bırakabilmesidir. Ve bunun için, devletin yaygın olarak örgütlenmesi lazım. Türkiye’mizde örnekler var; Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu da dahil buna; az sayıda, sınırlı kapasitede kreşler bulunabiliyor.

Sözleşmeye göre; çocuğun ihmal ve istismarının önlenmesi için yasal, idari, sosyal, eğitsel ve maddi durumları içeren sosyal programlar düzenleme sorumluluğu var. Aile çevresinde kalmasında sakınca görülen çocukların, devletten özel koruma ve yardım görme hakkı var. Bu konuya devam edelim ve bunun başlıca araçlarını görelim şimdi: Bakıcı aile yanına verilmek; evlat edinme kurumu; ve bir de, çocuk bakımı amacı güden uygun kuruluşlarda yetiştirmek. İslam hukukunda ayrıca bir ‘kefalet’ var; ‘kefil’ diye bilinen bir takım insanlar, o sorumluluğu alıyor; kefalet kurumu Arabistan’da başka konularda da çok yaygın. İş ve ticarette uygulandığı gibi, çocukların korunmasında da kullanılıyor. Kefil olan kişi, artık bir vasi gibi, yasal koruyucu gibi oluyor. Çocuğun evlat edinilmesinde, acaba evlat edinen ailenin yararları mı gözetilecek, yoksa çocuğun yararı mı gözetilecek? Sözleşme, “önemli olan, çocuğun yararıdır” diye altını çiziyor.

Çocuk Hakları Sözleşmesi, mülteci statüsü kazanmaya çalışan veya mülteci sayılan çocukların sorunlarına da değinmiş; haklarını kullanmalarını sağlamaya çalışıyor. Korunması ve insani yardımdan yararlanması için gerekli önlemlerin alınmasını istiyor. Zihinsel ya da bedensel özürlü çocukların hakları da var, sözleşmede; bu çocukların saygınlığını güvence altına alıyor. Geçenlerde Adana’da bir çiftlik kuruldu bu amaçla; peki, orada bu çocukların saygınlıkları güvence altına alınmış mı? Köle gibi kullanıyorlar. Ailesinden kopartılmış, çaresiz bir halde orada bulunan çocuk, ne hakkını savunabiliyor, ne de savunursa ne olacağı belli. Dolayısıyla, şunu mutlaka düşünmemiz gerekiyor: Sayılan her bir hak biriminin arkasında bir birikim var, yani bir dünya deneyimi var. Çocuğun özgüveninin geliştirilmesi gerekiyor; yani onun da bir şeyi başarabildiği, yapabildiği, dünyada bir işe yaradığı, yapabileceği, başarabileceği duygusunun verilmesi, toplumsal yaşama etkin biçimde katılmasının sağlanması gerekiyor.

Şimdi yine kendimizi sorgulamaya dönelim: Özürlülerin sosyal yaşama katılımı, ülkemizde söz konusu mu? “Sekiz milyon özürlümüz var” deniyor. Hesaplara göre, dünya ülkelerinde yüzde 12 civarında özürlü var. Yani, bu sekiz milyon kestirimi yerindedir . Peki, sekiz milyon özürlü görüyor musunuz sokaklarda ya da işyerlerinde? Çoğu eve çekiliyor, aile üyeleri tarafından utanç duyuluyor. Zaten, toplumsal yaşama aktif olarak katılmaları için mekanizmalar da kurulmamış. Zengin ailelerde bu çocuklar, görece eksiksiz bir yaşama sahip. Aslında zihinsel ve bedensel özürlü tüm çocukların eksiksiz bir yaşama sahip olma hakkı var. Onların da mülkiyet hakkı var, onların da istediklerini yapabilme özlemi var. Bunun örnekleri de çok. Boynundan aşağısı felç olan kişilerin bile yaşamlarını kendi kendilerine sürdürebilecekleri araç-gereçler icat edilmiş. Yine bu konuda, Sözleşme, uluslararası işbirliğini, bilgi ve deneyimi alışverişini şart koşuyor. Bireyin sağlık düzeyine kavuşması, tıbbi bakım ve rehabilitasyon hizmetleri veren kuruluşlardan yararlanması, sağlığa erişimi, öncelikle para ve bilgi sahibi olmasını gerektiriyor. Hayatta kalabilmesi için, böyle kuruluşlara ulaşabilmesi lazım.

Sağlık hizmetlerinin başarısı ile ilgili en önemli gösterge, bebek ve çocuk ölüm oranlarıdır. Bebeğin ve çocuğun beklemeye tahammülü yok, yani hizmeti gerektiğinde hemen alabilmeli ki, hayatta kalabilsin. Büyükler biraz bekleyebiliyor, doktor gelene kadar, randevu alana kadar. Bu arada, SSK’da kuyruklar bitti, fark ediyorsanız; çünkü SSK’da telefona çıkmıyorlar, telefon açılmadığı için kuyruk da yok. Arayan da boynunu büküyor, “daha telefon açılmadı, bekliyoruz” diyor, evdekilerden birisi bu telefon işini görev ediniyor. Ama işte, bir bebek sıra bekleyemez, bebeğe acil ulaşmak, sorununu hemen çözmek zorundasınız. Sağlıkta en temel hizmetlerden biri, insanın hastalanmaması için gerekli olan hizmet, yani koruyucu hizmettir. Bütün çocukların, temel sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi, gerekli tıbbi yardımın, tıbbi bakımın sağlanması hakkı var.

Sağlık bütçesi hesaplarına, telefon harcamalarını katılmasından bile söz ediliyor. Tabii, bu çok geniş bir yorum; “hastalandı, telefon etti, dolayısıyla bunu da sağlık bütçesine katalım.” Çok geniş bakarsanız -radyo televizyonların sağlık programlarında yapıldığı gibi-her şey sağlıkla ilgili olabilir. Ama, temel sağlık hizmetleri dendiğinde, asıl alt yapıdır kastedilen, temel sağlık istasyonlarıdır, aşı hizmetleri, çevre ve işyeri sağlığı, sağlıklı beslenme, temiz su sağlanmasıdır. Temiz su en önemli gereksinmedir: hem her yerde satılan içme sularında, hem şehir şebekesinde sürekli su kontrolü yapılması lazım. Çünkü, çevresel atıklar özellikle suyun kalitesini ve içeriğini bozuyor; sadece mikrop değil, kimyasallar, girebiliyor işin içine. Temiz su ve yeterli beslenmenin sağlanması dediğinizde, ilaçlama yoluyla çevrenin ve besinlerin üstünde kalan zararlı kimyasallar, hormon v.s. hepsini düşünmeniz gerek. Burada, anne sütü ile beslenmeyi tekrar vurgulamak gerek.

Hak ve sorumlulukları saymaya devam edelim: Aile planlanması, anne babaya yapılan rehberlik, hizmetlerin geliştirilmesi için uygun birimlerin yaratılması, ortaya konması, korunma ve bakım, bedensel ve ruhsal tedavi olanaklarının gözetilmesi. Sosyal güvenlik hakkı, yine en kritik haklardan bir tanesidir; çocuğun sosyal güvenliği var mı? Anasının, babasının sosyal güvenliği varsa, çocuğun da sosyal güvenliği var sayılır. Şimdi yine kendi durumumuza bakalım: Dünyada çoğu ülkeler artık primli sistemlere döndüler. Prim ödeyecek güçte olmak zorundasınız, sisteme dahil olmanız için; yoksa sosyal yardımlara muhtaç kalırsınız. Peki o zaman, Sosyal Güvenlik kimin için? Çalışan için. Eğer çalıştığın bir iş varsa, sistem seni görüyor. İşsizsen, sistemden yaralanamıyorsun. Peki, işsiz ama ev kadını isen, yararlanabiliyor musun? Baban işçiyse, ya da kocan işçiyse ancak, sen de yararlanırsın. Peki, sen bir birey değil misin? İlla birisinin vasıtasıyla, ya babana muhtaçsın, ya kocana muhtaç olarak mı varsın? Bunun yüzden, sosyal güvenlikte “bu sistem kimin için, hangi cins için, erkek için mi, erkek ve çalışan için mi?” diye bakmak gerek.

Öte yandan, “sosyal güvenlik niçin özellikle kadına yardım etmeye çalışıyor?” diye düşünmek de olası. Diyor ki, “yirmi beş yaşını bitirsen de gel, seksen yaşında olsan da gel, kocandan ayrılsan da gel…” Niye böyle? “Kadın çalışmasın” diye mi? Kadın çalışırsa, sistem bozulacak. Kadının çalışmasını istemiyor; her türlü rüşveti (ya da sus payını) veriyor, çalışmasın diye. Şimdi düşünün, mantıklı mı bu? Babası, kocası, v.s. dolayısıyla, herkes sistemin içine girmiş; pasif bir şekilde, yani prim yatırmıyor, ama hep alıcı durumda. Sonra da “bu sistemde kara delik var” diye yırtınıyorlar. Bırak o zaman, kadın da çalışsın, prim ödesin. “Olmaz! O çalışmasın, evde otursun, daha çok çocuk yapsın!” Ne oldu, pasif sayısı yine arttı. Bu sefer de, çok fazla çocuk dolayısıyla sistem zora giriyor.

Sosyal güvenlik reformu tartışmalarında bunlar geçmiyor hiç. Sosyal güvenlik reformu, gözünü katılım paylarına dikmiş, bilmem neleri kısıtlayacak, ilaç giderlerini düşürecek, para tasarrufu sağlayacak vs… Sorunun en temel olan yönünü, sosyal yönünü irdelemiyor; Deminden beri anlattığım, çocuğun sosyal güvenlik hakkı vardı ya; emin olun ki ancak ya vergilerle ya da primlerle finanse edilebilen bir sosyal güvenlik sistemi ile bu hak güvence altına alınabilir. Primlerle finanse edilirse sadece çalışanlar ve onları çalıştıranlara yüklenir. Şimdi sizin sağ duyunuza sesleniyorum. Adamın biri, sadece telefon başında para kazanır, işçisi yoktur, ama ülkenin kaymağını toplar. Öbür adam bin tane işçi çalıştırır, para kazanır, ama ötekinden az kazanır. Şimdi o ülkenin sosyal güvenlik sistemine hangisinin katkısı var? Tabii ki ikincinin. Birinci adamın hiç katkısı yok; prim ödemiyor, sigortalı çalıştırmıyor, belki kendisinin Bağ-Kur’u vardır, onu da öder mi, bilmiyorum. Dolayısıyla, Sosyal Güvenlik sistemi dediğiniz zaman, orada bir adaletten söz edemiyorsunuz. Toplumun sadece belli bir bölümü prim ödüyor. Ama vergi düzenini adil kılarsanız, o zaman herkes ülkeden edindiği zenginlik (yani nimet) oranında külfet (prim,vergi) yüklenir. Sıfır yaşındaki çocuk da, otuz sekiz yaşındaki kadın da sosyal güvenlik hakkını kazanır. Ama doğaldır ki, bütün bu ödenen prim ve vergilerin, doğru yere gitmesi gerek. Gitmezse, sistem gene çöker.

Çocukların, yeterli yaşam düzeyine erişme hakları var. Bu, bedensel zihinsel, ruhsal, ahlaksal, ruhsal gelişme ile sağlanır. Bunun sağlanmasında öncelik, ana-baba ya da çocuğun bakımını üstlenen kişidedir. Devlet de olanakları ölçüsünde, bu hakkın gerçekleşmesine yardım eder. Demek ki çocuğu el birliği ile, yeterli yaşam düzeyine eriştirmek zorundayız. Tabii ki, öncelikli sorumluluk ailededir; her şeyi devletten bekleyemesin, biraz kendinin de katkıda bulunması lazım.Ama sen işsiz kalıyorsan, devletin de olanak ölçüsünde katkıları gerekir.Eğer çocuğun bakımını üstlenen kişi farklı ülkelerde ise, ülkeler arası düzenlemelere bel bağlıyor.

Çocuğun eğitim haklarına gelelim; bu da prestij haklarımızdan biridir, modelimizde var. Bu hak, herkesin, ama herkesin okur-yazar olması, çağdaş eğitim yöntemlerine ve küresel bildirgeye sahip olması anlamına gelir. Bunun için uluslararası işbirliği ve gelişmekte olan ülkelerin desteklenmesi öneriliyor. Hakikaten de çok destekliyoruz. Ama en seçme beyinlerimizi, biz değerlendiremiyoruz; başkaları değerlendiriyor. Şimdi, beyin göçü için bir hesap yapıyorlar onlar: Diyelim ki, kırk kişi dışarıya gitti. Bu kırk kişiye düşen eğitim maliyetini hesaplıyorlar; işte, eğitim bütçemizde şu kadar harcama yapılıyor, üniversite öğrenimine şu kadar veriliyor vb. Toplam içerisinde bu kırk kişiye ne düşüyorsa, onu söylüyorlar. Ben bunu kabul etmiyorum. Çünkü, o kırk kişi sistemde süzüle süzüle geliyor. Onlar aslında en kaymak tabaka, biz de zaten onu elde etmeye çalıştık, koskoca bir ulusal eğitim sistemi kurduk. Şu noktaya gelmek istiyorum: Dışardan bizi desteklerken, diyorlar ki, “belli bir program bağlamında kalacaksın; şunu yetiştirmeyeceksin, şunu yapmayacaksın.” Yani senin rolünü de onlar belirliyor zaten; uçak yapmayacaksın, ama uzay bilimci yetiştireceksin. Ne yapacağım ben bu uzay bilimciyi? Ya burada köftecilik yapacak, ya Amerika’da NASA’ya gidip çalışacak. Ben niye onu yetiştireyim?

Buna karşılık, sözgelimi doktor olmak için, çok yüksek teknolojiyi kullanmaya yönelik olarak hastanelerde eğitim görüyorlar. Ondan sonra onu alıp bir sağlık ocağına veriyorsunuz. Genç doktor, düşünmeye başlıyor: “Bilemiyorum ki bu koşullarda hastaya nasıl bakılır, nasıl hastalıklara tanı konulur? Bir akciğer filmi çekemeyecek miyim?” diyor. Bu doktora, “Sen niye o akciğer makinesinin kölesi oluyorsun?” diyemezsiniz, öyle yetiştirmemişler. Çünkü aslında bizim “köye doktor yollamak” gibi bir amacımız yok. Doktorlar yetişecek, sonra birileri onların bazılarını seçip ya çok gelişmiş hastanelerimizde kullanacak, yahut ta yurt dışına ihraç edecek… Gelişmekte olan ülkelerin desteklenmesi gerekir, çok doğrudur; ama bu desteğin ürünlerinin nasıl değerlendireceğini de o ülkenin çok iyi düşünmesi lazım.

Çocukların eğitim hakkı çerçevesinde, “okul disiplininin insan saygınlığıyla bağdaşır olması” konusu da yer alıyor; okullardaki aşırı disiplin uygulamalarına dikkat çekmek için. Tüm çocuklara açık olan, ortaöğretimi gerçekleştirmek gerekir. Meslek eğitiminde de bu böyledir. Yine, “ilköğretimin her kesim için zorunlu ve parasız olduğuna” değiniliyor. Tabii ki, tüm bu uygulamaların sürdürülebilirliği ve başarısı için gereken koşulların da incelenmesi gerek. Sözgelimi “Eğitim ve destek seçiminde rehberlik kurumu oluşturulmalıdır” deniyor ki; önemli bir konu.

“Eğitimin amacı” başlıklı 29. maddede ise Türkiye yine çekince koymuş… Bu amaçlar arasında, “Çocuğun anlayış, barış, hoşgörü, cinsler arası eşitlik, tüm insanlar arasında dostluk ve bunların sürdürüldüğü bir anlayış kazanması” yer alıyor. Sonraki maddelerde, “doğal çevreye saygının geliştirilmesi, insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygının geliştirilmesi,” diye çok güzel amaçlar var. “Çocuğun ana babasına, kültürel kimliğine, ırk ve değerlerine, geldiği kök ülkenin ya da kök bölgenin ulusal değerlerine ve kendisinin farklılıklarına saygının geliştirilmesi” de yer alıyor. “Çocuğun kişiliğinin, yeteneklerinin, zihinsel ve bedensel yeteneklerinin geliştirilmesi” de var. Türkiye’nin çekince koyduğu husus, “Azınlık ya da yerli grupların, kültürel ve dinsel hakları” ile ilgili. Ama tabii, sadece bu hususa ayrı çekince konamayacağı için, maddenin tamamına çekince koyuyor.

“Çocuğun dinlenmesi, oynaması, boş zaman değerlendirmesi, kültürel ve sanatsal çalışmalara katılma hakkı vardır.” Hangi çocuğun? diye soruyorum size. Türkiye’de iki tür çocuk var; çalışan çocuk, okuyan çocuk. Okuyan çocuğun dinlenme, boş zaman değerlendirme, oynama, kültürel sanatsal çalışmalara katılma hakkı bir ölçüde var. Ama biz bir araştırma yaptık; çırakların, yıllık ücretli izinlerini bile doğru dürüst kullanmadıkları çıktı ortaya. Otuz gün yıllık ücretli izinleri var; sadece çok küçük bir grup, dörtte birlik bir grup, ve ancak iki üç gün olarak kullanmış bu izni. Çıraklar haftada bir gün okula gider, yasal bir zorunluluktur bu. Çıraklarla görüşüyoruz : Patron diyormuş ki, “altı gün çalışacaksın, bir gün de çırak okuluna gideceksin.” Peki, ne zaman dinlenecek? Bu çocukların günlük çalışma süreleri de uzundur üstelik; on, on buçuk saattir. Demek ki, bu belgelerdeki her bir hususun, aynı zamanda “Acaba hangi çocuk için, hangi cins için?” diye ayrıca incelenmesi gerekiyor.

Ve işte; “Çocuğun ekonomik sömürüsüne, her türlü işte çalıştırılmaya karşı korunmasına, çalışmadan ötürü eğitim ve sağlığına zarar gelmesinin önlenmesine…” diye devam ediliyor, bu belgede. Şimdi, biliyoruz ki, kız çocuk işçiler, çırak okuluna gitmek istemiyorlar veya gitmeleri istenmiyor. Bunun bir nedeni de, büyük fabrikalarda çalışıyorlarsa, işçi statüsünde olmak istemeleri; çünkü evlenince işten ayrılıp kıdem tazminatı alacaklar; oysa çırak okullarına giderlerse, öğrenci diye nitelendikleri için kıdem tazminatı işlemiyor. Kızın mahkûm edildiği konuma bakın. Bir meslek edinemeyecek, sadece orada işçi olarak çalışacak, kıdem tazminatını hak edecek, işten ayrılacak, evlenecek; peki, ileri bir tarihte tekrar niteliksiz olarak çalışma yaşamına dönebilecek mi? Bunu düşünemiyor. Halbuki çırak okulu -kişiye eğitim veriyor – en azından bir belge veriyor, bir farklılık sunuyor. Fakat tabii, en düşük düzeyde eğitim görüyorsunuz. Ne diyorduk demin: “Çalışmadan ötürü eğitimine ve sağlığına zarar gelmesinin önlenmesi.” Peki, tekstil sektöründe çalışan çocuklarımızı düşünün; gürültü var burada, yani işitme yeteneğini kaybediyor; sağlığına zarar veriyorsunuz. İş kazaları da var tabii; genellikle doktor, büyük işyerlerinde bulunur; çıraklar ise küçük işyerlerinde çalışır. Kazalar nerede daha çok olur, diye sorarsanız, küçük işyerlerinde olur tabii. Yani, sorunun her yanı paradoks dolu.

“Çalışma süresinin düzenlenmesi” konusu var. Uluslararası bir kuruluş araştırma yapmış; Türkiye’de çalışma süresi on buçuk saat. Oysa yasal olarak yedi buçuk saat çalışmanız gerekiyor. Fazla çalışma koşulları da bellidir; son iş yasası bu konuda biraz daha esnek. Çalışma süresi on buçuk saat olunca, bu ne demektir? Dört kişilik iş yapılıyor, ama sadece üç kişi çalışıyor.

“İşe kabul için, en düşük yaş uygulaması”na bakalım: Yasamıza göre, İstanbul’da bu yaş, on beş. Peki, hangi çocuk için on beş yaş? Bunu hep böyle sormak lazım; “Hangi çocuk için?” Tam zamanlı çalışan çocuk için mi? Ama bir yandan okula gidip, bir yandan da çalışan çocuklar var, onlar zaten kayıtlarda görünmüyor, onlar öğrenci sayılıyor. Yaptığımız araştırmaya göre, çocukların yüzde 59’u, okul dışı zamanlarda çalıştırılıyor. Bu çocukların sigortası da yok.

Çocukların uyuşturucudan uzak tutulması gerekiyor. Son zamanlarda ortaöğretim kurumlarına kadar girdi bu tehlike. Çocukların uyuşturucu, cinsel sömürü ve suiistimalden korunması yolunda çabalar var. Çocukların kaçırılması, satılması, fuhuşta kullanılmasına karşı da reformlar söz konusu.

Bunlardan başka, “Çocuk, esenliğine zarar verecek her türlü sömürüden korunmalıdır.” deniyor belgede. Yani, açık bir kapı varsa, onu da kapatıyor. Çocuğu, özgürlüğünden yoksun bırakmak, yani hapsetme, tutuklama, gözetim altına alma, engelleme vb.; bunları hangi koşullarda yapabileceğini belirliyor: Bir kere, “yasadışı ve keyfi bir biçimde özgürlükten yoksun bırakılamayacak”. “İşkence, zalimce ve insanlık dışı aşağılayıcı bir muamele ve ceza uygulanamayacak.” “Çocuk suçlulara, ne olursa olsun, ömür boyu hapis ve idam cezası verilemez; ancak yasalara uygun ve en kısa süreyle sınırlıdır hapis cezası.” “Özgürlüğünden yoksun bırakılan çocuğa insancıl, insan eşitliğine saygılı olarak davranılır. Yasal zorunlu haklarını da kullanmaları sağlanır.”

Bakın, “Silahlı çatışma halinde çocuğun durumu”nu da ele alıyor. “Silahlı çatışma halinde, uluslararası hukuk kuralları, çocuğu da kapsayacak biçimde uygulanır.” “On beş yaşından küçüklerin çatışmalara doğrudan katılması” yasaklanıyor; burada Uluslararası Çalışma Örgütü on beş yaşı esas almış. “Silahlı çatışmalardan etkilenen çocukların korunması ve bakılması” sağlanıyor. Silahlı çatışma mağduru olan çocuğa ne yapılır? Sağlığına kavuşturacağız, özgüvenini ve saygınlığını geliştirebilecek bir ortam sunacağız.

Burada yine, “Ceza Yasasını çiğnediği öne sürülen çocuğun, yeniden topluma kazandırılması ve toplumda olumlu rol üstlenmesi hedeflenerek,” ona nasıl davranılması gerektiği belirtiliyor. Ona nasıl davranırsan, o da sana ilerde öyle davranacak. “Temel özgürlüklere saygı duyabilmek, insan hakları için değer duygusunu geliştirmek…”

Evet, şu ana kadar, sabrınızı zorlayarak tek tek okuduğum, bu kadar çok hak verildi çocuklara. Peki, bunlara bakarak, ülkemizdeki duruma not verseniz, on üzerinden kaç verirsiniz? Herkes kendi kafasında versin bunu. Durumun kötü olmasının sebebi, uygulanan sistemlerdir. Sistemler çocuğu görmüyor. Çocuğu görmediği gibi, insanı da görmüyor. Yani çocuğa özel bir kastı yok, insana kastı var. İnsan olmazsa, ne güzel idare edecek ! Ama insan olmazsa, sistem de olmayacak. İşte bu da, onun açmazı. İnsanı görerek sistemi yürütmesi için, demokrasi gerekiyor. Öyleyse, ‘biraz demokrasi’ veriyor, ve işte, çocuğun haklarını da, böyle açmazlar içinde ortaya koyuyor.

İnsan eğer, bir robot gibi, her söyleneni yerine getirseydi, sistem sorunsuz işleyecekti. Sözgelimi, işyerlerinde işçiye hep robot gibi davranıyoruz. “Şunu yap, bunu yapma, konuşma, isteme…” İşin niteliğine uygun robotlar istiyoruz. Oysa, insanın yaratıcılığı önemli, işbirliği önemli, sorun çıktığında uyum sağlayabilmesi önemli; yani insana özgü birtakım yetenekleri önemli. Bu çerçevede düşünürken, sorunun tamamen sistemle ilgili olduğunu hep hatırlayın. Hayran olduğumu bir madde vardır; 1944’te kabul edilen Philadelphia Bildirgesi diyor ki, “Dünyanın hangi köşesinde yoksulluk, sefalet varsa, bu, varlık içindeki bir başka köşe için tehdittir.” Şimdi peki, Irak’ta güç kullananlar, bunu okumadılar mı? Güney ülkeleri dediğimiz, gelişmekte olan ülkeleri hep ezdiler, yoksulluğa ittiler. Onlar da tabii, göç ediyorlar. O zaman da, önüne duvarlar çekmeye çalışılıyor. Eğer bunu vaktiyle görseydin, orada yoksulluğu sefaleti yaratmasaydın, böyle bir tehdit de oluşmazdı senin için.

Şimdi, Kuzey Afrika’da kamp kuracaklarmış, o kamplarda toplayacaklarmış göçmenleri, Niye topluyorlar acaba? Bunların içinde işe yarayanlar var mı diye, eleyecekler. Nerede kaldı sözleşmeler, nerede kaldı insan hakları belgeleri. Demek ki, iki farklı olguyla karşı karşıyayız. Birincisi, çıkarılan bu olumlu uluslararası belgeler; diğeri ise, yaşamın gerçekleri. İkincisi başka türlü gelişiyor ve kendi kurallarını koyuyor. Kolayca cirit atsın diye ortalığı boş mu bırakacağız ?

Sorulara yanıt olarak:

Dokuz yaşındaki çocuklar, ille de ana babalarıyla aynı ortamda çalışıyor değil. Endüstri devrimi, makineleri getirmiş, köylüleri yaşadıkları yerlerden koparmış; insanları öfkelendiren bir sistem yaratmış o makinelerde, kollarını koparmış, bacaklarını koparmış. 1876’da Amerika’da bir yasa çıkıyor. Tekstilde makine kazalarına karşı koruyucu bir yasa bu; girişinde diyor ki “bu yasanın, kaç küçük kızın parmağı ve eli pahasına çıktığını düşünmek gerekir.” Demek ki bu kazalar ne kadar can yakmış da, ondan sonra Makine Koruyucuları Yasası çıkmış… Matbaalarda, giyotin denen kesiciler vardır, kağıt kesilir. İşçi kağıdı makineye verirken, yanlışlıkla eli de kesilir. Bunun için, bıçağın önüne bir tel kafes gibi bir şey koyuyorsun (ya da fotosel donanımı), kağıt geçiyor, el geçmiyor. Yani, kazaya karşı önlemler, çok zor şeyler değil. Ama demek ki o zamanlar, gözleri para, para diye öyle kararmış ki, bunları düşünemiyorlar; hakkını koruyan da yok, toplumsal muhalefet daha örgütlenmemiş, örgütlenenler de daha bilince ermemiş.

O dönemlerde çocuğa bakış da, bugünkünden farklıymış. 6 yaşını geçen çocuğun artık işe yaradığı, görece bağımsız yaşayabileceği düşünülüyormuş. Ortaçağlardan bu yana, zamanla çocuğun gelişimini de izleyerek, çocuğun “gelecekteki uygarlıkların gelişmesi için gerekli bir varlık olduğu” anlaşıldıktan sonradır ki, hem çocuk yaşı daha genişledi, hem bu haklar meselesi düşünülür oldu. On sekiz yaşın altındakilere çocuk denmesi, bize normal geliyor.

Türkiye’de, çalışan çocuklar konusunu iyi anlamak lazım. 1992’lere kadar da bu konuda çalışmalar vardı, ama 1992’den sonra bir sıçrama oldu. Çalışma Bakanlığı, bazı işyerlerini çocuk çalıştırma konusunda kısıtladı. Bu sefer de, “Bu çocuklar nereye gidecek?” sorusu çıktı. Çünkü bu işyerlerinde hiç olmazsa öğlenleri bir sıcak yemeği geliyor, koşulları diğerlerine göre daha iyidir. Bunlar, düzenli işyerleri idi, o kadar ki, Çalışma Bakanlığına kendilerini kaydettirmek ‘enayiliğini’ göstermiş, bildirim vermişlerdi. Düzgün davranıp bildirim yapan işyerlerinde kısıtlama olunca, çocuklar da kaçak işçi çalıştıran, çok kötü koşullardaki işyerlerine kaymaya başlamışlardır ve görünmez hale gelmişlerdir. Düzenli işyerlerinde çalışırlarken, hiç olmazsa bir kısmını görebiliyor, ulaşabiliyorduk. Dolayısıyla, bu mücadelede hedef, çocuk emeğini birden bire kesip atmak değil, onu doğuran sosyal koşulları değiştirmek olmalıdır. Yoksulluğu kaldır ki, çocuk kendini kurtarmak için çalışmak zorunda kalmasın. Çalışan çocuğa biraz yanlış bakıyoruz, acıyarak… Onun bu çabası, bireysel kurtuluşudur; yani yoksulluğa ve insanca yaşamın en az koşullarının olmayışına bir tepki göstermektedir. Gidin de, çalışan bir çocukla konuşun; on altı yaşında, kötü işyerlerinde çalışıyor, ama para kazandığı için belli bir güveni var. Hesap kitap yapıyor, vergi sorunlarından söz ediyor, ne istediğini biliyor, özgüveni gelişmiş, parasının bir kısmını ailesine veriyor, bir kısmıyla kendi istediğini alıyor… Biz, ona bakıp, “çok erken olgunlaştı; çocukluğunu yaşasaydı, oynasaydı, ip atlasaydı” diye üzülüyoruz.

Ailesine para verme konusunda da farklılıklar var. Kızlar, hepsini aileye veriyorlar. Ama uyanık da oluyor kızlar; fazla mesai yapıyorlar, fazla mesai parasından ailenin her zaman haberi olmuyor. Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı’nın Denizli’de yürüttüğü “Çalışan Kızlara Sağlık ve Sosyal Hizmet Sunumu” çalışmasında tanıdığım bir kız, kazandığı paralarla buzdolabı alıyor, çeyiz hazırlıyor. “Sen evlendiğinde bunların modeli geçmiş olacak” deyince, “şimdi paramı buraya yatırmazsam, paramı evde yerler, evin başka harcamalarına gider, hiç olmazsa benim sonradan kullanacağım bir şey olsun” diyor.

Çalışan Çocuklar Vakfı olarak biz, yalnızca çalışan çocuklarımıza yöneldik; yani sokak çocuklarıyla ve öğrencilerle ilgilenmiyoruz. Çalışan çocuklara yönelik uzun ve kısa erimli politikalar için çalışıyoruz. Özellikle de bu amaçla kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz. Kamuoyu oluşturmak için kullandığımız araçlar; dergilerimiz, internet sitelerimiz, yaptığımız fotoğraf yarışmaları -üçüncü yılı, fotoğraf yarışmamızın- Yayınladığımız Çalışan Çocuklar adlı fotoğraf albümü çok önemli. Bununla tarihe bir iz bırakmak istiyoruz. Bir süre sonra çocuklar çalışmayacak, Türkiye gelişecek, çalıştırmaya çocuk bulamayacağız; o zaman dönüp bakacağız, bu kuşaklar için ne yapabildiğimizi, Türkiye’nin hangi evrelerden geçtiğini o fotoğraflardan göreceğiz.

Kısa evrede, çocukların daha iyi koşullarda çalışmalarını sağlamak için iş güvenliği, sağlık hizmetleri konusunda; ve yeniden çocukluklarını yaşayabilmeleri için yaz kampları gibi çalışmalarımız var. Onların izin haklarını sağlıyoruz böylece, on kız ve on erkek çırağa yaz tatili veriyoruz. Hakları olan izni nasıl kullanmalarını gerektiğini gösteriyoruz; yüzme öğrenmeleri, oyun oynamaları şeklinde…

Bunun ötesinde, genç kızların durumunu çok fazla ele alıyoruz. Genç kızların, çok özel bir grup olduğunu düşünüyoruz. Çünkü erkekler, mecazi anlamda ‘altın bilezik’ kazanabiliyor. Ama kızların gerçek anlamda da altın bilezik kazanmaları gerekiyor. “Evlenince oğlumu işten alacağım, evinin erkeği olacak” diye bir yorum duyuyor musunuz hiç? Ama kızlar için bu yorumu kullanıyorlar, “evlenince işten çekeceğim ve evde kalacak” diyorlar. Oysa bir süre sonra, mesela kocası hayırsız çıkar ve ortadan kaybolursa; genç kız gelir yetersizliği dolayısıyla tekrar çalışmaya karar verirse, niteliksiz olarak biliniyor ve daha çok eziliyor, çalışma yaşamında. Dolayısı ile, genç kızların çalışma yaşamında kalmaları gerekiyor. Onlara. Evlilikte de çalışabileceklerini, çok çocuğa artık ihtiyaç olmadığını vb. anlatmaya, dünyaya bakışlarının değiştirmeye çalışıyoruz.

Aynı şeyi erkeklere de uyguluyoruz. Son yaz kampında örneğin, “İlle de eşimin baş örtülü olmasını istiyorum” diyen bir delikanlı vardı. Öte yandan, kızlara bakmaya da bayılıyor, tabii. “Şimdi, nasıl olacak; hem evde kapalı bir karın olacak, dışarıda da başka bir eşin mi olacak?” diyoruz ona. Ama bu boyutuyla düşünmemiş o güne değin.. Sonra, kadının çalışması olgusuna son derece olumsuz yaklaşıyorlar. Ama giderken, en değişmez sandıklarınız bile, kulağınıza “artık ben, eski ben değilim” diye fısıldıyor.

Giderek artan bir birikimle, gözlemlerimiz var. Sanayi sitelerinde gönüllü çalışma yapıyoruz, yaklaşık yirmi iki yıldır. Geçmiş zamanda ilgilendiğimiz çıraklar, bize kızıyorlar, “niye bizi de tatile götürmediniz?” diyorlar. “Sen çocukken bizim bu kadar imkanımız yoktu, o yüzden götüremedik” diyoruz.

Soru:

  • Yaptığınız eylemlerde, bu çalışan kızların yöneticilerinden ya da ailelerinden her hangi bir tepki alıyor musunuz?

GF: Destek de alıyoruz, köstek de olabiliyorlar. Daha çok aileler köstek oluyor, işverenler biraz daha makul davranıyor -tabii, onların da eğitimsizleri, vicdansızları var, ama işverenler de yavaş yavaş modernleşiyor-. Onlara teşekkür ediyoruz, zaten yasal bir hak olan o izni verdiği için, Ama aileler; çocuklarının gözlerinin açılmasına hiç tahammül edemiyorlar.

Çırağını tatile götürdüğümüz genç bir usta vardı -daha önce hiç tatile gitmemiş-. Bir gün işyerini ziyarete gittiğimde, “Çocuklarıyla tatile gitti” dediler. Eminim, çocukları da büyüyünce, mutlaka kendi çocuklarına bunu yaşatmak isteyecektir. Yani, bu çalışmalar sayesinde aldıkları bazı bilgi ve fikirler, bugün hemen etkili olmayabilir, ama daha sonra onları -belki biraz gecikmeli olarak- yaşamlarına mutlaka uygulayacaklarını umuyoruz.

1984’de bir ‘çalışan çocuk araştırması’ yaptık; Türkiye’de ilk geniş kapsamlı araştırmaydı. Fakat Osmaniye’deki tekstil atölyelerine giremedik; yöneticiler, arkadaşımız olmalarına rağmen, bir takım gerekçelerle, kabul etmediler. Oturdum, düşündüm; “Niye izin vermiyorlar?” Sadece basit bazı sorular soracağız halbuki; -Nelerden hoşlanıyorsun? Arkadaşın çalışıyor mu, okuyor mu? Müzik dinler misin? Böyle masum sorular soruyoruz. Sonra fark ettim ki; sabah yedi buçukta başlayıp gece on buçukta bırakan, yani ölesiye çalışan bir çocuğa, “Kitap okur musun? Yüzer misin?” deyince, çocuk şaşkına dönüyor, “Demek ki hayatta böyle şeyler de varmış, çalışmaktan başka!” diye, karamsar oluyor. İşte bu nedenle izin vermiyorlar, görüşmemize.

Oysa sözgelimi, iş güvenliği çalışmalarında ve sağlık muayeneleri sırasında, kendisinin insan yerine koyulduğunu görüyor; sorunlarını dinleyen, yardım etmeye çalışan birisiyle karşılaşıyor. Onun yanında güvencede olduğunu görmeye başlıyor. İnsan gibi davranıyorsun, bağırmıyorsun, dövmüyorsun. Tatillerde de yine, farklı insanlarda görüşüyor, yaşamında hiç karşılaşmadığı insanlarla karşılaşıyor. Bunları hep ‘buluşmalar’ diye görmek lazım.

Öte yandan tabii, Türkiye’de bir milyon çocuk çalışıyor, biz ne kadarına ulaşıyoruz. Çırak okulları da dahil, ancak iki binine ulaşıyoruz. Ama bunu bir model diye görmek lazım. Çoğaltılması gerek. Herkesin gönlünü ve emeğini koyması gerek.

(*) “Hikayemi dinler misin? Tanıklıklarla Türkiye’de İnsan Hakları ve Sivil Toplum Sergisi” Açılış Konferansı (27 Eylül 2004, Ankara)